Serindi hava, yaz sıcağının nasıl dehşetli olduğunu anlattıkları Adana’da. Püff dedi, milletin ağzı torba değil ki büzesin. Üstelik rüzgâr da vardı. İşinin bitmesinin ardından ayaklarını gezdirmeye şehre inmeye karar verdi. Hem nadir yakaladığı serin yaz gününün keyfini hem de görmesi gereken işleri aradan çıkaracaktı.
İlk adımı attığında sokağa, havanın yağmura kesebileceğini söyledi içindeki. Kafasını kaldırdı, gök mavisinden kül rengine uzanan renk cümbüşünü seyretti. Bulutlar geliyor da geliyordu. Kaptanın “yelkenler fora “ emrini alan gemicilerin heyecanlı çabukluğunu gördü bulutlarda. Sanki bir yerlere yetişmeleri gerekiyordu. Adam sen de dedi. Yağsa ne yağacak? Muson olmadı ya mübarek!
Önce postaneye uğradı, herkes sessiz sakin sırasını bekliyordu. Aynı bankadakiler gibi sıra numarasıyla çalışmaya başlamışlar dedi kendine. Görmeyeli ne kadar da değişmiş burası diye geçirdi içinden. Çekinerek, gene kuyruk çekeceğiz diye geldiği postanede sıra numarasını aldı. Yerine oturdu ve beklemeye başladı. Drink dronk, drink dronk elektronik ses durmadan yükseliyordu. İşte sıra ona gelmişti bile. Hayret dedi, On dakika oldu olmadı. Belli etmediği tebessümüyle postaneden dışarı çıktı.
Doğruca bankanın yolunu tuttu. Postaneye yakın sayılırdı, oraya da yürüyerek vardı, serin havayı ciğerlerine doldurarak ilerledi attığı her adımda. İçeri girdi, gene sıra numarasını aldı ve beklemeye başladı. Sıra ona geldiğinde gişeye yöneldi. Hâl hatırdan sonra işlemini bitirmek üzereydi ki dışarıdan bir cayırtı koptu. Bir yağmur başladı ki değil yazın, böylesini kışın göremezdi insan. Biraz bekledi yağmur seyrelir mi diye ama nafile. Düzenini bozmadan devam ediyordu. Aklına Cevat Şakir’in yağmur için söyledikleri geldi “Gök bir torba gibi suyla dolarda dolar. Minareler dolup aşağıya salınan o torbaları deler ve yağmura yol verir” Aynen öyle olmuştu. Yağmurlar bir kere yol almışlar ve o yolu vermeye hiç niyetli gözükmüyorlardı.
İstekli isteksiz dışarı yöneldi. Koşar adım yürümeye başladı. Sanki yağmur onun çıkmasını beklermiş gibiydi. Durağa varmadan bir kova suyun üstünden geçtiğini anladı, vardığında durağa. Üstünü başını düzelttikten sonra göğe çevirdi gözlerini ve çoktandır hissedemediği o ılık ürpertiyi hissetti derinlerinde vücudunun. Gözleri göğün selamını aldı, başı üstüne koydu ve selamını iletti ardından. Orada olduğunu unuttuğu doğa gülümsüyordu ona. Islandığını, pantolonun çamur olduğunu ve belki de hasta olacağını getirmedi hiç aklına ta ki hızla geçen arabanın sıçrattığı suyu durağın camlarında oradan da üstünde görene dek.
Birden -ve ıslak olarak- kendini karmaşanın ortasında buldu. Sanki deminden beri orda değilmişte şimdi oraya gelmiş gibi sağına soluna bakındı.
Koşturan insanlar, ilerlemeye çalışan arabalar, yolu neredeyse kaldırım taşına kadar dolduran su… Bir de yolun ortasında tüm bu koşuşturmaya aldırmaz asude duran ve düşen damlaları kapmaya çalışan bitkiler. Kısa çam fidanlarıyla göz göze geldi. Hadi ne duruyorsun, bize katılsana dediklerini duyar gibi oldu. Bir bitkilerin coşkusuna baktı bir de insanların biriken sulardan, ilerleyen arabalardan ve yağmurdan koşar adım kaçışına. Aynı zaman ve mekânda bulunan ama kendi dışındaki varlıklardan habersiz türdeşlerine baktı, baktı ve seyre daldı yeniden.
Gök dedi; boşa yol verdin haziran yağmuruna. Bak insanlar ağlamakta, “nereden çıktı bu yağmur” diyerek, bitkilerse kolları açılmış göğe bakmaktalar dillerinde şükürleri.
Gök dedi; bak insanlar ağlamakta, bitkiler gülmekte, şehrim şehrim ise koynunda boy veren bu huzursuzluktan mutsuz.
“Ne zaman insanlar ile bitkilerin aynı anda gülümsediği şehirler kurmayı ve orada yaşamayı becerebileceğiz?” sorusunu okura değil yakasını bırakmayan yele teslim etti.
İlk adımı attığında sokağa, havanın yağmura kesebileceğini söyledi içindeki. Kafasını kaldırdı, gök mavisinden kül rengine uzanan renk cümbüşünü seyretti. Bulutlar geliyor da geliyordu. Kaptanın “yelkenler fora “ emrini alan gemicilerin heyecanlı çabukluğunu gördü bulutlarda. Sanki bir yerlere yetişmeleri gerekiyordu. Adam sen de dedi. Yağsa ne yağacak? Muson olmadı ya mübarek!
Önce postaneye uğradı, herkes sessiz sakin sırasını bekliyordu. Aynı bankadakiler gibi sıra numarasıyla çalışmaya başlamışlar dedi kendine. Görmeyeli ne kadar da değişmiş burası diye geçirdi içinden. Çekinerek, gene kuyruk çekeceğiz diye geldiği postanede sıra numarasını aldı. Yerine oturdu ve beklemeye başladı. Drink dronk, drink dronk elektronik ses durmadan yükseliyordu. İşte sıra ona gelmişti bile. Hayret dedi, On dakika oldu olmadı. Belli etmediği tebessümüyle postaneden dışarı çıktı.
Doğruca bankanın yolunu tuttu. Postaneye yakın sayılırdı, oraya da yürüyerek vardı, serin havayı ciğerlerine doldurarak ilerledi attığı her adımda. İçeri girdi, gene sıra numarasını aldı ve beklemeye başladı. Sıra ona geldiğinde gişeye yöneldi. Hâl hatırdan sonra işlemini bitirmek üzereydi ki dışarıdan bir cayırtı koptu. Bir yağmur başladı ki değil yazın, böylesini kışın göremezdi insan. Biraz bekledi yağmur seyrelir mi diye ama nafile. Düzenini bozmadan devam ediyordu. Aklına Cevat Şakir’in yağmur için söyledikleri geldi “Gök bir torba gibi suyla dolarda dolar. Minareler dolup aşağıya salınan o torbaları deler ve yağmura yol verir” Aynen öyle olmuştu. Yağmurlar bir kere yol almışlar ve o yolu vermeye hiç niyetli gözükmüyorlardı.
İstekli isteksiz dışarı yöneldi. Koşar adım yürümeye başladı. Sanki yağmur onun çıkmasını beklermiş gibiydi. Durağa varmadan bir kova suyun üstünden geçtiğini anladı, vardığında durağa. Üstünü başını düzelttikten sonra göğe çevirdi gözlerini ve çoktandır hissedemediği o ılık ürpertiyi hissetti derinlerinde vücudunun. Gözleri göğün selamını aldı, başı üstüne koydu ve selamını iletti ardından. Orada olduğunu unuttuğu doğa gülümsüyordu ona. Islandığını, pantolonun çamur olduğunu ve belki de hasta olacağını getirmedi hiç aklına ta ki hızla geçen arabanın sıçrattığı suyu durağın camlarında oradan da üstünde görene dek.
Birden -ve ıslak olarak- kendini karmaşanın ortasında buldu. Sanki deminden beri orda değilmişte şimdi oraya gelmiş gibi sağına soluna bakındı.
Koşturan insanlar, ilerlemeye çalışan arabalar, yolu neredeyse kaldırım taşına kadar dolduran su… Bir de yolun ortasında tüm bu koşuşturmaya aldırmaz asude duran ve düşen damlaları kapmaya çalışan bitkiler. Kısa çam fidanlarıyla göz göze geldi. Hadi ne duruyorsun, bize katılsana dediklerini duyar gibi oldu. Bir bitkilerin coşkusuna baktı bir de insanların biriken sulardan, ilerleyen arabalardan ve yağmurdan koşar adım kaçışına. Aynı zaman ve mekânda bulunan ama kendi dışındaki varlıklardan habersiz türdeşlerine baktı, baktı ve seyre daldı yeniden.
Gök dedi; boşa yol verdin haziran yağmuruna. Bak insanlar ağlamakta, “nereden çıktı bu yağmur” diyerek, bitkilerse kolları açılmış göğe bakmaktalar dillerinde şükürleri.
Gök dedi; bak insanlar ağlamakta, bitkiler gülmekte, şehrim şehrim ise koynunda boy veren bu huzursuzluktan mutsuz.
“Ne zaman insanlar ile bitkilerin aynı anda gülümsediği şehirler kurmayı ve orada yaşamayı becerebileceğiz?” sorusunu okura değil yakasını bırakmayan yele teslim etti.
Comments